Tad-ını Çıkarmak...

                     

Tad-ını Çıkarmak...

Her insan aslında kendinden yanadır..Her insan iyi olmak ister, mutlu ve başarılı olmak ister.

Aysun kendi halinde yaşayan bir genç kadındı. Uzun yıllar gezmiş, tozmuş, hayatını yaşamıştı..  Ama bir süre sonra her şey kendini tekrarlamaya başlamıştı..Çocukluğunda merak ettigi, özendiği şeyler vardı. İyi bir tatil köyünde tatil yapmak, kıtalar arası seyahat etmek, iyi evlerde yaşamak…Pahalı arabalara binmek..Dünyayı gezmek.. Farklı ülkeleri görmek..                                                                                                                                                                                                       


Geçiş döneminin çocuğuydu Aysun..Margarin kuyruklarından, akıllı telefona uzanan bir hayatı olmuştu.

Yokluk zamanlarının çocuğuydu..

Nadir evlerde televizyonun olduğu, bedenin ve kalbin soba başında ısındığı günlerin çocuğu. Yokluk günleriydi ama aslında ihtiyaçları olan her şey vardı. Kimse aç, açıkta değildi. Ve çok güzel günlerdi onlar. Birçok insan geçmişine baktığında aynı şeyi söyler ama nedenini bilemez.

Zaten olması gerektiği kadardı her şey o günlerde. Bugün tüketimlerimiz bu kadar aşırılık boyutuna geldiği için aslında, o günleri yokluk olarak tanımlıyor insan.

Sözüm o ona yokluk döneminden sonra birden imkanlar açılınca insanlarda bunu değerlendirmek istediler.

Gezmek, görmek, yemek, içmek, tatmak istiyor her şeyi insan.

Aysun da bunu böyle yapmıştı. İlk başta her şey çok heyecan vericiydi. Oysa hiçbir somutluk, hiçbir madde insanı mutlu etmek için yaratılmamıştı, ama bir çok insan gibi Aysun da bunu bilmiyordu.

Ve hayat bir gündür, o da bu gündür diyerek hayatın tadını çıkarmaya çalışıyordu.

Aslında tanımlama, kelime anlamı olarak baya doğruydu.

Tadını çıkarmak...

Tad-ını çıkarmak…

Tad-ını çıkarmak….                                                                                    

                                                                                              
                                                     

Gerçekten aynen böyle oluyordu..
Adeta  tattıkça insan maddenin tadı çıkıyordu ve bir süre sonra geriye tatsız, tuzsuz bir şey kalıyordu..
 
O ayakkabı, o çanta, o dondurma, o eş, o araba her ne ise, bu dünyaya ait olan her şeyin bir süre sonra tadı tuzu kalmıyordu.
Gülün solması gibi soluyordu.
 
Tatsız tuzsuz bir şey oluyordu.
 
Aynı 5 külah dondurma yedikten sonra geriye kalan lezzet gibi.
Ya da bir tepsi baklava yedikten sonraki halimiz gibi.
 
Tabi yiyebilmişsek.
İnsan bilmiyordu ki...
 
Aslında bu hayatta az olan kıymetliydi. Biz neyin miktarını, sayısını arttırırsak bizim üzerimizdeki etkisi de aslında azalıyordu.
Ve tam tersine neyin miktarını azaltırsak, bizim için o kadar kıymetli oluyordu.
 
Ama insan bunu bilmediği için, hep sayıları, miktarları çoğaltmak derdine düşüyordu.
Sonuç hayal kırıklığı ve giderek büyüyen bir hiç oluyordu. Hiç…. Hiç mi? Biraz büyük,  biraz küçük,  ama bir hiç….
 
Acaba tad-ını çıkarıncaya kadar tüketmeyip, tad-ında bırakmak bir çözüm olabilir miydi?
Hep biraz açlık bırakmak, doymadan kalkmak bir şeyin başından… Tadının birazını da sonraya bırakmak çözüm olabilir miydi...?
                                                                                    
                                                                                       

İnsanın hayatında doyuma ulaşması tattığı şeylerin miktarıyla ilgili değildi aslında. Ama insanın yanıldığı yer tam da burasıydı. Ne kadar çok şeye sahip olursa, ne kadar çok keyif yaşarsa o kadar mutlu olacağını sanıyor. Oysa insan aç kaldığında bir zeytin ekmeğin tadını tokken yediği bir dilim bol kremalı yaş pastadan daha fazla alabiliyor. Bunarı düşünürken babasının çocukken anlattığı anısı aklına geldi:
“Birgün köyde çobanlık yapıyordum. Bazen o kadar köyden uzağa götürüyorduk ki hayvanları 24 saat aç kalabiliyorduk. Yine böyle birgünü. Köyden epey uzaklaşmıştım. Yiyecek bir şey de yoktu. Sonra başka bir çobanla karşılaştım. Onun köyüne yakın bir yerdeymişiz. Aç olduğumu anlayınca hemen köyünden sıcak ekmekle zeytin getirdi. Azdı ama çocuklar, ben daha sonra o zeytinin tadına hiç rastlamadım. O nasıl bir ekmek, o nasıl lezzetli bir zeytindi. Şimdi her şeyi yiyoruz bol bol ama tat yok...”
 
İnsan neye sahipse tadında bırakabilirse keyif alabilir hale gelir. Her gün saatlerce televizyon izlese, saatlerce müzik dinlese, saatlerce yemek yese, sadece tatlı şeyler yese bir süre sonra tat almak bir kenara yaptığı şey kendisine yük olmaya başlar. İnsana hayattan tat aldıran ve mutlu eden tek şey aslında açlığıdır.

 
 

                                                                                 ***

Deneyimsel Tasarım Öğretisi, geçmiş deneyimlerden yola çıkarak, geleceğimizi tasarlamaya yönelik stratejiler üreten bir bilgi topluluğudur. 

 İnsanın daha mutlu, daha başarılı, daha iyi ilişkilerinin olması için yöntemler sunar.

"Kim Kimdir""İlişkilerde Ustalık" ve "Başarı Psikolojisi" Programları ile bu amaca katkı sağlar.

Deneyimsel Tasarım Öğretisinde anlatılan tüm bilgiler, gerçek bilgiler olup, tüm zamanlar, tüm konular ve tüm insanlar için geçerlidir.

***

"İnsanoğlu, yeryüzünde var olduğundan beri,

En büyük dostu ve düşmanı hiç değişmedi.

Aynadaki kişi!

Tek başına neler yapabileceğini keşfet!"

Yahya Hamurcu

***







































 




 























Yorumlar

Popüler Yayınlar